top of page
png.png
  • Yazarın fotoğrafı: Merve Karataş
    Merve Karataş
  • 7 May
  • 4 dakikada okunur

Kutsal roma imparatoru I. Ferdinand'ın bir mottosu vardır:


"Fiat justitia pereat mundus."


"Bırak dünya yıkılsa da adalet yerini bulsun." mânâsına gelen bu motto, daha sonra Immanuel Kant tarafından Zum Ewigen Frieden: Ein Philosophischer Entwurf'ta da kullanılmıştır. Kantçı ahlak felsefesinde adaletten söz etmemiz oldukça basittir zira Kant'a göre "insan"lar, "şey"lerin aksine kendini belirleyen subjeler olarak değerlendirilmelidir. Bu tür bir ahlak anlayışının ana prensibi insanların ahlaki uygulayıcılar olduğu postülasına dayanmaktadır, öyle ki insanların otonom olduğu hipotezinin yanlışlanacağı bir durumda ahlakın temellendirilebileceği bir zemin de var olmayacaktır.


John Stuart Mill ve diğer çoğu utilitaryenin otonomiye bakışı sonuç odaklıdır. Mill gibi düşünürlerin perspektifinde otonominin değeri onun ne kadar işe yarar olduğu ile belirlenirken, Rawls'un Theory of Justice'indeki erekler; öncelikle kurumların, hukukun ve politikaların konstrüksiyonun bağlı olacağı çok güçlü adalet felsefesi ilkeleri belirlemek, müteakiben de utilitaryenizmden daha soylu bir adalet teorisi ortaya koymaktır.

Benim değineceğim mevzu diğer pek çok yazımda olduğu gibi özgür irade ve determinizm paradoksu ile ilgili olacaktır.


Nörobilimin ilerleyişi, klasik adalet teorilerinin sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Acaba Paul Rée'nin söylediği gibi, adalet algımızda bir problem olması mümkün müdür?

İnsan medeniyetinin milattan önce 1760'ta Hammurabi kanunlarını da görmüş olduğu düşünülürse gayet mümkündür. Bundan binlerce yıl sonra iptidai bulunacak olan bizim şu anda medeniyetimizi üzerine inşa ettiğimiz ilkeler olacaksa bunda nörohukuk önemli bir rol oynayacaktır. Buradan anlaşıldığı üzere nörohukuk, geleceğe giden yolda adalet anlayışımızı tekrar gözden geçirmemiz için gerekli olan progresivist ve interdisipliner bir alandır.

Günümüzde nörobilim, suçluların beyinlerde bazı ortak desenler bulunabildiğini ortaya koymaktadır. Nörobilimin bu branşı nörokriminoloji olarak geçer.



İsminden de anlaşıldığı gibi nörokriminoloji; insanlardaki suç ve şiddet eğiliminin, antisosyal davranışların altında yatan nörobilimsel etiyolojileri keşfetme hedefi üzerine kurulmuş bir branştır.


Nörokriminolojik deneyler ve gözlemler için en uygun adaylar birbirinden ayrılan ikizlerdir. Evlat edinilmiş çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar da, suç eğiliminde genetiğin gerçek etkisinin ne kadar olduğunu ortaya koyar. Çocukların biyolojik ailelerinden izole ortamlarda büyüdükleri bu tür çalışmalarda, antisosyal ve agresif davranışların kalıtsal bir temeli olabileceği ortaya çıkmıştır. Antisosyal davranış ile bağlantılı olan bazı genler yavaş yavaş tespit edilmeye başlanmıştır.


Davranış etiyolojisinde dopamin, serotonin, epinefrin / norepinefrin sistemlerinin işleyişinin önemini biliyoruz. Bu sistemlerin üçü de monoamin oksidaz -a (mao-a) fonksiyonundan etkilenmektedir. Mao-a'nın düşük aktiviteli alelleri saldırganlık ve düşük bireysel kontrol ile ilişkilidir. (bkz)


Herhangi bir genin antisosyalliğe ve saldırganlığa katkısı oldukça küçüktür, bu genlerin daha büyük mekanizmalara bağlı olarak bu eğilimlere sebebiyet verdikleri fikri daha geçerlidir. Lakin antisosyal davranış mekanizmalarının detaylarını keşfetmek açısından, kendi başlarına etkileri küçük de olsa ilgili genleri tespit etmek önemlidir.


Genetik etki davranış belirlenmesinde ciddi bir yüzdeye sahip olsa da, çevresel faktörler de neredeyse aynı düzeyde belirleyicidir. Bireysel gen ekspresyonları erken çocukluk döneminde uğranan istismar gibi durumlardan etkilenebilir ve bu tür olumsuz tecrübeler de çevresel risk faktörleri arasındadırlar. Bu biyolojik determinizmin geleneksel argümanlarını baltalar.


Fetal gelişim de suçluluk ve psikopati hakkında bazı ipuçları vermektedir. Septum pellucidumun başarısız kapanışı buna örnek olarak gösterilebilir. (bkz)


Bazı insanların suç işlemesine neden olan faktörler arasında beyin anatomisi ve fizyolojisinin olması muhtemeldir. Binaenaleyh günümüzdeki kompatibilist ve suçlayıcı yargının, uzak gelecekte yerini ütiliter yargıya bırakması ceza hukukunun felsefi ereklerini değiştirecektir.

Buna en iyi örnek Herbert Weinstein'dır. Weinstein, beyin patolojisi sonucunda cinayet işlediği düşünülen bir adamdır.


68 yaşında, eşiyle Manhattan'da yaşamakta olan Weinstein'ın cinayetten önce sabıkası tertemizdir. Geçmişinde kayda değer bir şiddet öyküsü dahi yoktur. Eşini boğup camdan aşağı atan mütecaviz, foyası ortaya çıktığında oldukça garip bir davranış biçimi sergilemiştir. Suçunu kabul etmiştir lakin kendisinde herhangi bir pişmanlık belirtisi gözlemlenmemiş, aksine hastalıklı derecede apatik bir tavır göstermiştir.


Weinstein'daki anormalliğin farkında olan avukatı bir beyin taraması talep etmiştir. Taramaların sonucunda elde edilen görüntü şudur:

Frontal lobda daha önce tespit edilmemiş olan büyük bir araknoid kist mevcuttur. Ancak bu bulgu jüri üyelerinin ilgisini çekmeyecektir.


Jüri üyeleri önyargılarından ötürü suçlanamaz zira bu tür taramalarla cebriyeciliğe kucak açmadan evvel bir insanın suç işleme sebebinin FMRI gibi tekniklerle gayrikabilitahmin olmaktan kurtarılamayacağı kabul edilmelidir. Aslında bu yalnızca hukuk dışı eylemler için değil, genel olarak etiyolojisi analiz edilecek olan her insani davranış için geçerli olan bir sorundur. Patolojik bir durumu olduğu halde suç işlemeyen insanlar olduğu gibi, patolojik bir durumu olmadığı halde suç işleyen insanlar da vardır.

ABD'de mahkemelerde karşılaşılan bu tür sorunların nasıl çözümlenebileceğine kafa yorulduğundan bazı standartlar hayata geçirilmiştir. Eyaletlerin kabul ettikleri standartlar doğal olarak birbirinden farklı olabilir.


Bunlardan önemli olan iki tanesi:

- Frye standardı

- Daubert standardı

olarak tanımlanmıştır.


Bu standartlar iki cümlede özetlenemeyecek kadar detaylı olsalar da bilirkişiler için önemli olan temel koşullar, kullanılan tekniklerin bilim camiasında genel bir kabul görüp görmediği, test edilip edilemeyeceği, potansiyel hata oranının kabul edilebilir olup olmadığı gibi şartlardır. Vakalar çok spesifik olabileceğinden ötürü mahkemeler genel kabul gibi koşullarda esnek olabilir. Roma hukukundaki tabir ile genel kabul sine qua non değildir.


Beynin materyal olmayan tözler ile arasında kartezyen bir bariyere sahip olmadığını kabul etmek psikopatolojik durumların eninde sonunda materyal temellere dayandırılabileceğini de kabul etmeyi gerektirecektir. Brain-computer interfaceler aracılığıyla nelerin mümkün olduğu göz önünde bulundurulursa, düşünce örüntülerinin beyin fizyolojisi ile nasıl bir ilişki içinde oluştuğunun analizi sosyolojik faktörlerde temellenen suçlar ile somatik etiyolojilere bağlı suçların daha gerçekçi ayrımlarının yapılmasını uzak gelecekte sağlayabilir.


Bu varsayımlar, insanoğlu nörobilim, biyoteknoloji ve genetik gibi alanlara daha fazla yatırım yaptığı takdirde geçerlilik kazanacaktır. Günümüz koşullarında Herbert Weinstein gibi suçluları adil bir biçimde yargılayacak düzgün bir mekanizma yoktur çünkü çağdaş hukuk sistemi inkompatibilizmin inkarına dayanır. Hukukun ereği üzerine düşünürken caydırıcılığın ve intikamın aynı şey olmadığı hesaba katılmalıdır. İşlevsel bir hukuk sistemi inşa etmek için inkompatibilizmin inkarı gerekmez, yalnızca neden-sonuç ilişkilerini kurarken içsel atıflar ve dışsal atıflar arasındaki dengeyi düzgün kurabilmek gerekir.


Bu tür bir devrimin ise avantajları da dezavantajları da olacaktır.


Örnek olarak, eyleme dökülmesi muhtemel ceza davranışlarının önceden öngörülebilmesi bir avantaj olarak değerlendirilebilse de böyle bir sistemde olası suçlular stigmatizasyon nedeniyle kendilerini içinden çıkması zor bir kısır döngü içinde bulabilirler. Haliyle problemle başa çıkma yönteminin nasıl olacağı hayati önem taşır.


Her ne kadar ilginç, yenilikçi ve önem kazanacak bir dal olsa da, adalet gibi kompleks bir problemin sadece nörobilim ile çözümlenemeyeceği aşikârdır.

bottom of page