top of page
png.png
  • Yazarın fotoğrafı: Merve Karataş
    Merve Karataş
  • 5 gün önce
  • 3 dakikada okunur

Felsefe, insanın, sınır tanımayan bir düzlemde sistematik olarak mantığını kullanabilme sanatıdır.


Ne yazık ki Türkiye'de çok sık gördüğüm bir durum var:


Tatlı su felsefeciliği.


Bir kere şu bariz: Tatlı su felsefeciliği ile prim yapanların, para kazananların hiçbirine gerçek anlamda entelektüel denemez. "Neden?" sorusunun cevabını anlayabilmemiz için önce "Entelektüel nedir?" sorusuna yanıt vermemiz gerekiyor.


Tarihe "entelektüel" olarak geçmiş insanlara baktığınızda, temelde iki ortak örüntü görürsünüz:


→ Varoluşsal sorulara yanıt aramak ve hakikatin peşinde koşmak.

→ Ezber ve put kırarak toplumu ileriye taşımak.


Yani Joseph Schumpeter'in iktisatta "yaratıcı yıkım" dediği somut şeyin bir benzerini, insanların soyut zihin dünyalarında yapabilmek.


Bir örnek olarak; siyasi görüşleri bana her ne kadar zıt olursa olsun, Albert Einstein gibi bir adam elbette büyük bir entelektüeldir. Hem hakikatin peşinde koşarken başarılı olabilmiş hem de put yıkabilmiş bir figürdür zira.


Einstein'ın felsefi fikirlerini biraz kazırsanız ise altından Spinoza çıkar. Spinoza, Einstein gibi bir dehayı bile etkilemiş, onun evrene bakışını şekillendirebilmiş ölümsüz bir entelektüeldir. Bunun da bedelini kendi döneminde statüko ile mücadele ederek ödemiştir. Spinoza, yaşadığı dönemde Hollanda görece özgürlükçü bir ülke olmasına rağmen Kalvinist etkisi altında olduğundan otoriteleri rahatsız etmiş, mevcut siyasi sisteme de eleştiri getirip demokrasiyi önerdiği için Tractatus Theologico-Politicus sansüre uğramış ve yasaklanmıştır.

Ne dini cemaatlere ne de siyasi otoritelere boyun eğmiştir kısacası; bu yüzden hem toplumsal hem de siyasi olarak dışlanmıştır. Ama biz bugün, pek çok hatası ve eksiği olsa da, onun ta 1600'lerde talep edebildiği bir sistemde yaşıyoruz. Muhtemelen bundan 500 yıl sonra da bambaşka bir dünyada yaşayacağız ve o dünyayı bugün statükocu olanlar belirlemeyecekler.


Türkiye'nin sorunu tam olarak buradadır:Felsefe yaptığını iddia edenlerin çoğu, olayı çoğunluğa ve milletin duygularına hitap ederek para kazanma işine çevirmiş vaziyette.

Oysa felsefe, duygulara hitap ederek alkış alma alanı değildir.Felsefe, put yıkma alanıdır. Milletin hoşuna gitmese de, rahatsız edici gerçekleri dile getirebilme alanıdır.


Binaenaleyh; geçen gün şurada dedim ki:



"Türkiye'de din felsefesi üzerinden isim yapan bir kişinin şarlatan olup olmadığını anlayabilmek için, blasfemi yasalarının kaldırılması gibi bir talebinin olup olmadığına bakmak yeterlidir.


Açıkçası ben kendi fikirlerimi eleştirmenin yasak olduğu bir ülkede fikirlerimi anlatarak para kazansaydım, kendimden utanırdım.


Devlet sopasıyla tartışma ortamını kendi lehine hizmet edecek şekilde şekillendirmeye ihtiyaç duyanlar, aslında hepinize kendi yetersizliklerini itiraf etmiş oluyorlar.


Gerçek bir felsefecinin ana gayesi hakikat arayışıdır. Duygusal nedenlerle hakikat arayışına, objektif tartışma ortamına set çekecek hiçbir yasayı kabul etmez nitelikli bir felsefeci.

İşte bu yüzden Türkiye'de din felsefesi alanında isim yapıp da nitelikli olan biri yoktur. Bunu açıkça söyleyeyim.


Milletin duygularına oynayarak para kazanan taşra kurnazlarına ben 'felsefeci' demem."


Sonra da yarası olan gocundu, şekil A'daki gibi.




Oysa eleştirim Enis Doko’ya özgü bir eleştiri değildi. Türkiye'de felsefe ile ilgilendiği iddiasında olanların geneli zaten tam olarak tasvir ettiğim gibidir.


Bu "felsefe yaptığını zanneden" kitlenin kalbinin kırılmasını anlayabiliyorum, ama sürekli statükodan konfirmasyon alan ve çoğunluğa hitap eden bir felsefe anlayışı reel anlamda bir entelektüel yaratabilir mi?


Eh, cevap elbette hayır.


Felsefi olarak en temel argümanların objektif olarak ortaya koyulabilmesinin yasal olarak engellendiği bir ortamda; bu kitlenin "ifade özgürlüğü siyasetin konusudur." diyerek sorumluluktan kaçmalarını patetik ve korkakça buluyorum.


İfade özgürlüğü herhangi bir siyasi mesele değildir; sağlıklı felsefe yapabilmenin en temel koşuludur.


Bunların tutumu neye benziyor, söyleyeyim:


Radyolojik cihazların yasak olduğu bir ortamda; doktorların "Evet, radyoloji serbest olsa daha iyi diyagnoz koyardık ama radyolojik görüntüleme benim meselem değil, siyasetin konusudur." demesine;


Bir hukukçunun "Hukuk mülakatlarındaki torpiller benim sorunum değil, siyasetin konusudur." demesine;


Bir girişimcinin "Serbest piyasa benim sorunum değil, siyasetin konusudur." demesine benziyor.


Şimdi siz bunları diyen bir doktor, hukukçu veya girişimciden ne anlarsınız?


Ben statüko ile gayet barışık olduklarını, zaten bu problemli sistemden beslendiklerini anlarım.


Bu durum "İfade özgürlüğü siyasetin konusudur." diyen tatlı su felsefecileri için de geçerlidir.


ABD'de de Chomsky, bazı akademisyenlerin apolitikliğini ve tatlı sularda yüzmesini eleştirir ve bunun entelektüellerin sorumluluk ahlakına uygun olmadığından sitem eder.


Bu tutumun, statükodan beslenen ucuz bir taşra kurnazlığından başka bir şey olmadığını, bugün dünyaca kabul gören entelektüeller de dillendiriyor yani. Kırılacak bir şey yok. Bu banal tutumla, "millet beni sevsin"cilik ile her şey olabilirsiniz ama felsefeci olamazsınız.


Son Yazılar

Hepsini Gör
Bilimperestlik Nasıl Eleştirilmez?

Tesiri tüm dünyada hissedilen filozofların bilimperestliğe yönelttiği eleştiriler, çıkış noktası itibarıyla son derece rasyoneldir....

 
 
bottom of page