- Merve Karataş
- 7 gün önce
- 4 dakikada okunur
Kapitalizm geniş bir kitle tarafından "sömürü" ile ilişkilendirilen sistemdir. Kapitalizmin gerçekten iddia edildiği kadar bir sömürü sistemi olup olmadığını ise hem tarih boyunca kapitalizmin ve alternatiflerinin sahadaki tesirlerine, hem de siyaset teorilerine bakarak daha soyut bir bir çerçevede irdelemek mümkündür.

Nihai ereğimiz hakikatı tetkik etmek ise de öncelikle "sömürü"nün tanımını yapmamız elzemdir. Anti-kapitalist metinlerin çoğunda bu kavram için eski Fransızcada "esploiten" olarak geçen sözcüğün "exploitation" gibi derivasyonları gelir. Gariptir ki, esploiten eski Fransızcada asırlarca olumlu anlamlarda kullanılmış bir sözcüktür. Üretkenlik, başarı gibi anlamları ifade eden bu sözcüğün günümüzde bildiğimiz negatif mânâya bürünmesi 19. yüzyılda vuku bulur.
Burada görüldüğü üzere; bir sözcüğün etimolojisine, hangi dönemde değişime uğradığına bakarak bile o dönemdeki sosyolojiye ait bir mülahazada bulunulabilir. 19. yüzyıl abolisyonizmin de zirve yaptığı bir dönemdir, haliyle "exploitation" adı verilen ve bir zamanlar üretkenliği ifade eden kavramın bu dönemde negatif bir anlam kazanmış olması hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu anlayışın yükselmesine vesile olmuş öncü sistemi yaratan unsurlar da az çok bellidir.
Ulaşımın basitleşmesi, kâr elde etmenin kutsallaştırılmasına ek olarak kara vebanın da işgücüne vurduğu darbe feodalizmin yıkılması için önem taşıyordu. Bu faktörler bir araya geldiğinde ortaya kolonizasyon ve ticareti yücelten, özel mülkiyetin önem kazandığı merkantilizm çıktı. Mülkiyet hakkı anlayışı daha sonra sanayi devrimi ile paralel olarak evrildi.
İlginçtir ki ABD anayasasını bile şekillendiren İskoç aydınlanmasının en önemli figürlerinden biri olan, bugün kapitalizmin babası olarak anılan Adam Smith ise köleliğe hem etik, hem iktisadi bakış açısıyla karşıydı. Çoğu kişiye fazla duygusuz bir yaklaşım gibi gelse de Smith, köleliğin ödüllendirilme mekanizmasının bozukluğundan dolayı verimsiz olduğu kanaatindeydi. Ne de olsa özel mülkiyet hakkını kullanamayan, özgür olmayan bir birey ne kadar kaytarırsa onu kâr görecekti.
Kapitalizmin babaları bile, kapitalist sistemdeki köleliği elimine edilmesi gereken bir engel olarak görebiliyordu. Kölelik kaldırıldıktan sonra da kapitalizm çökmedi, aksine daha fazla meşruiyet zemini kazandı ve liberal sistemlerde yükselen insan hakları ile sentezlenerek daha da güçlendi. Buradan anlayabiliriz ki köleliğin yükselişi nedeniyle sömürü ile ilişkilendirilmiş kapitalizm için kölelik gerekli bir bileşen değildir, zira kapitalizm, özel mülkiyet ve kâr amacıyla mal ve hizmet üretimi ilkelerine dayanan bir ekonomik sistemdir, oysa kölelik, bir kişinin bir başkası tarafından zorla çalıştırılmasıdır.
Eklemek gerekir ki; antik medeniyetlerden transatlantik köle ticaretine gelene kadar tarih boyunca ortaya çıkmış kapitalist sistem dışında kalan sistemlerin bir tanesi bile köleliği hüküm sürdükleri dönemler içinde sistemden kalıcı olarak silememiştir. "Sömürü" kelimesini pek seven sosyalistlerin SSCB'de zorla kooperatifleştirmeyi reddedenlere olanları pek dillendirmemesi gibi durumlar oksimorondur. Mülkiyet haklarının yokluğunda imtiyaz sahibi elitlerin alt tabakaya yiyecek bir pasta dilimi bile bırakmaması istisnai bir durumdan olmaktan uzaktır, hele hele bu durum sonsuz güce sahip bir merkezi gücün medya sansürü ile birleştiğinde ortaya Holodomor gibi facialar da çıkar.
Kapitalizmin antitezi olarak görülen bu sistemleri tenkit ettiğinizde size mutlaka dış güçlerden ve ambargolardan söz edilir. Burada ironik olan, bu savunmanın aslında mevzubahis sistemlerin kendi kendilerine yetmekte başarısız olduğunun ve ticarette serbestiyetin gerekliliğinin itirafı olmasıdır.
Günümüzdeki insanların kapitalizmde çok daha hızlı büyüyen bir pastanın dilimleri arasındaki büyüklüğün farklılığından ve dağılımından dert yanarken bunu "kölelik" olarak tanımlaması realiteden kopuk bir tanımlamadır. Çünkü tarihsel olarak kapitalizmin sömürü ile özdeşleşmiş olması, aslında ne kapitalizme özgü olan ne de kapitalizmin imperatifi olan bir süreçten doğmuştur.
Kapitalizmin sine qua non koşulları bellidir: Üretim araçlarının özel mülkiyeti, kâr amacı, rekabet, arz ve talebe göre şekillenen serbest piyasa ve sınırlı devlet müdahalesi.
Türkiye'de bu anlayış hâlâ oturamamış olduğunu, konu başkasının malına çökmek olduğunda iktidarın saçma sapan politikalarını alkışlayabilen muhaliflerin de hiç az sayıda olmamasından anlayabiliriz.
Enflasyon tavan yapar, döviz kuru uçar. ev kiraları yükselir. Türk insanı der ki "Ev bir yatırım aracı değildir. Barınma temel haktır. Zam getirmek yasaklanmalı."
Marketlerdeki ürünlerin fiyatları yükselir. Türk insanı der ki "Devlet buna da el atsın."
İşte, Türk halkının kapitalizm-devlet ilişkisine bakış açısı tıbbi dil ile şöyle açıklanabilir:
Siz sistemik lupus eritematozus hastasısınız. Yüzünüzde kelebek şeklinde kızarıklık çıkmış. Belki iki gün sonra nefritle uğraşacaksınız, belki kalp krizi geçirmenize ramak kalmış, siz hâlâ yüzünüzdeki o kelebek şeklindeki kızarıklık semptomunu Golden Rose'dan aldığınız ucuz bir kapatıcı ile kamufle etme derdindesiniz. Problemin ana kaynağını ve sistematik olduğu realitesini önemsemiyorsunuz.
Türkiye'deki durum tam olarak budur. Nasıl SLE'de asıl sorun kızarıklık değilse Türkiye'de de ekonomik sorunların temel nedeni ev sahipleri, market sahipleri falan değildir, yanlış devlet politikalarıdır. Ancak ne hikmetse kurtarıcıların da hep yanlış politikaları uygulayan kişilerin olması beklenir. Bu şekilde etiyolojiye mesafeli, semptomlara yakın bir düşünce geleneği benimsenir.
Konunun uzmanı olmasam da, şahsen Türkiye'de bu bakış açısının ortaya çıkmasında Türkiye'nin güç mesafesi endeksindeki yerinin bir payı olduğu kanaatindeyim.
Türk halkı öfkesini düzenden doğrudan sorumlu olan otoriteye yöneltmekte zorlanan bir halktır. bunun yerine öfkesini her zaman gücünün daha kolay yettiği kesimlere yöneltir ve bu yüzden reel bir kazanım elde etmez.
Bunu çok basit bir örnekle açıklayalım:
İş yeriniz enflasyona rağmen yeterli zam yapmıyor mu? Üzerine sizi ücretsiz ekstra mesai yapmanız için mi baskılıyor? Bu durumda iki seçeneğiniz vardır:
1) Patrona yalakalık yapmaya devam edip terfi etmeyi ummak. Sonra sosyal medyadaki anonim hesabınızla öfkeden solculuk güzellemeleri paylaşmak.
2) Şirketteki genel bir toplantıda tüm çalışanların önünde yüksek sesle hakkınızı talep etmek. Ertesi gün talep ettiğiniz hakkınızın verilmesi veya kovulmanız.
Türkiye çoğu insanın risk almayıp birincisini seçtiği bir ülkedir. Sendikalaşmaz. Hak aramaz. Zam istemez. İşini düzgün yapmadığı için kimseden hak talep edecek yüzü de kendisinde bulamaz. Sonra der ki "Devlet beni kurtarsın."
Nihayetinde onurlu yaşamak isteyen ve başkalarının kendisine saygı duymasını bekleyen her birey öncelikle kendisine saygı duymayı, kendi hakkını aramayı, yeri geldiğinde otoriteye baş kaldırmayı öğrenmelidir.
Bunu yapamadan, "devlet baba"dan elindeki şiddet tekelini kullanarak kurtarıcılık beklemek aciziyetin ve zorbalığın en büyük indikatörüdür. Özellikle de sefaletin nedeni kapitalizm değil, devlet politikalarının ta kendisi iken.
*
PS: Unutmadan söyleyelim: Karşılıklı rıza ile yapılan ticari anlaşmalara "sözleşme" denir. Şiddet tekelini elinde bulundurarak "yaptırılan" ticari anlaşmalara ise "kölelik" denir. İkincisi reel bir anlaşma bile değildir zira anlaşma dediğimiz şey işteş olmalıdır.
Ekonomik sistemleri yorumlamadan evvel hangi sistemde hangi prensibin sine qua-non olduğuna bakılırsa kimin gerçek sömürünün uygulayıcısı olduğunun anlaşılması da kolaylaşacaktır.