top of page
png.png
  • Yazarın fotoğrafı: Merve Karataş
    Merve Karataş
  • 5 gün önce
  • 4 dakikada okunur

Avusturya Okulu, bireyci metodolojiye sahiptir ve liberteryenlerin ideolojik temellerini dayandırdıkları ekoldür. Carl Menger’in öncülüğünde doğmuştur. Menger ise, emek-değer teorisi gibi Marksist zırvalara savaş açıp, marjinalist devrimin temelini atarak bu yola çıkmıştır.




En basit açıklamayla marjinalist devrim şunu söyler: Bir malın değeri, ona harcanan emek miktarından bağımsız olarak, bireylerin ona atfettiği öneme göre şekillenir. Yani bir şeyin değerli olup olmadığı, insanların onu ne kadar yararlı gördüğüne ve ona ne kadar ödeme yapmaya razı olduklarına bağlıdır. Değer nesnel ya da sabit değildir; kişisel tercihlere ve mevcut koşullara göre değişir.


Menger’in marjinal fayda teorisi de buradan türemiştir. Bir bardak su çölde hayat kurtarabilirken, şehirde değeri düşer çünkü alternatifleri bol olur.

Para teorisinde ise Menger, “sağlam para nedir?” diye sorar ve sağlam parayı iki temel niteliğe bağlar:


  1. Her zaman ve her yerde kolayca alınıp satılabilme (likidite)

  2. Zaman içinde değerini koruyabilme


Devlet para yaratamaz. Para, piyasa süreçlerinin doğal sonucudur. Tarih boyunca insanlar, en kolay alınıp satılabilen malları değişim aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Mısır, tuz gibi mallar bir dönem para işlevi görmüş; ancak zamanla altın ve gümüş, dayanıklı, taşınabilir ve bölünebilir olmaları sayesinde üstün hale gelmiştir.


Kâğıt paralar başlangıçta altın ve gümüşe bağlı oldukları için güvenilir görülmüştür. Ancak devletlerin zamanla para arzını keyfi biçimde artırması, enflasyona yol açarak sağlam para ilkesini ihlal etmiştir. Eh, hiperenflasyon yaşamış ülkelerde Menger’in haklı olduğu bin defa anlaşılmıştır zaten.


Sermaye ve faiz teorisi denince akla gelen ilk isim: Eugen von Böhm-Bawerk. Faizi, sermaye sahiplerinin paralarını gelecekte daha fazla kazanç getirecek şekilde kullanmasının sonucu olarak açıklar.


Ama Bawerk’in asıl kritik katkısı, Marksist sömürü teorisini çürütmek için sermaye, zaman ve faiz ilişkisini incelemiş olmasıdır.


Marx, işçilerin ürettiği değerin tamamını alamadığını, kapitalistlerin bu farkı gasp ederek onları sömürdüğünü iddia eder. Böhm-Bawerk ise bu görüşe “zaman tercihi” ve sermayenin üretkenliği gibi kavramlarla karşı çıkar.


Zaman tercihiyle anlatmak istediği şudur: İşçiler, gelecekte kazanacakları parayı beklemek yerine çalıştıkları anda ücret almayı tercih eder. Kapitalistler ise üretimin tamamlanmasını ve satış sürecini bekler. Bu bekleyişin maliyeti vardır (faiz) ve işverenin bu riski alması daha yüksek bir kazancı haklı çıkarır. Marx bunu göz ardı eder.


İkinci önemli nokta, Marksistlerin sermayenin üretkenliğini yok saymalarıdır. Bir marangoz tek başına günde 1 masa yapabilirken, atölyesi ve makineleri olan bir kapitalist sayesinde bu sayı 10’a çıkar. Burada artı değerin önemli bir kısmını işçi değil, sermaye yatırımı ve teknoloji sağlar.


Bawerk ayrıca şunu da belirtir: Eğer işçiler gerçekten sömürülüyorlarsa, başka girişimciler bu durumu fark edip onlara daha iyi maaş teklif eder. Marx haklı olsaydı, işçilerin giderek yoksullaşması gerekirdi; ama sanayi devriminden sonra yaşam standartları artmıştır.

Bu ekolde bir diğer önemli isim: Friedrich von Wieser. Literatüre fırsat maliyeti kavramını kazandırmıştır. Kampanya dönemimde bu kavramı sık sık kullandım.


Fırsat maliyeti, bir kaynağı (zaman, para vs.) bir işe harcadığımızda, o kaynağı başka bir yerde kullanarak elde edebileceğimiz getiriden feragat etmemiz demektir.


Örneğin, bir şirket 1 milyon doları yeni bir fabrika kurmaya harcarsa, aynı parayı pazarlamaya ya da Ar-Ge’ye yatırma fırsatını kaybeder. Devlet bütçesinde de bu tür örnekler bolca vardır.


Gelelim Avusturya Okulu’nun ekonomi felsefesini belki de en iyi temsil eden isimlerden birine: Ludwig von Mises.(Evet, “Von Mises kriteri”nden bildiğiniz Richard von Mises’in kardeşi.)


Mises’in sosyalist ekonomilere getirdiği en önemli eleştiri: Ekonomik hesaplama problemi.

Serbest piyasalarda fiyatlar arz ve talep dengesine göre oluşur. Bu sayede hangi kaynağın nerede daha verimli kullanılacağı otomatik olarak belirlenir. Örneğin, bakır kıtlaşırsa fiyatı artar ve üreticiler alternatif malzemelere yönelir.


Ama merkezi planlamada fiyat mekanizması yoktur. Ne kadar kaynak kaldığı, hangisinin nerede daha faydalı olduğu bilinemez. Planlama, sezgilere ve tahminlere dayanır. Bu da verimsizliğe ve çöküşe yol açar çünkü devlet, tüketicilerin gerçek tercihleri hakkında bilgiye sahip değildir.


Mises’in bu yaklaşımını şekillendiren iki temel ilke:


  1. Prakseoloji

  2. A priorizm


Prakseoloji, insan davranışını anlamaya çalışan bilimsel bir yaklaşımdır. Ancak Mises pozitivist değildir; ekonomik teorilerin deneyimden önce, mantıksal çıkarımlarla anlaşılabileceğini savunur.


Bu noktada Mises’in düşüncesine önemli katkı sunan bir diğer isim: Friedrich August von Hayek.


Hayek’in bilgi kuramı devreye girer. Ekonomik bilgi dağınıktır. Her birey bulunduğu yere özgü bilgilere sahiptir. Bu nedenle merkezi bir yapı, bu bilgileri etkin şekilde toplayamaz.


Planlamacılar, piyasadaki engin bilgi ağını verimli kullanamaz. Hayek de bu yüzden serbest piyasanın bilgiye dayalı üstünlüğünü vurgular.


Avusturya Okulu’nun bir diğer kilit ismi: Joseph Schumpeter.


"Yaratıcı yıkım" (creative destruction) kavramını duymayan kalmamıştır. İşte o kavramın babası da Schumpeter'dir. Schumpeter’e göre ekonomik gelişme, sürekli yenilik ve değişim sürecidir.


El yazması kitaplar çağında hattatların matbaadan hoşlanmamaları gibi... Ancak hattatlar işsiz kalacak diye matbaanın önüne geçilmemeliydi. Bugün de benzer şekilde, kaset ve CD’lerin yerini dijital platformlara bırakmasına hepimiz tanık olduk. Bu sektör ölmedi, sadece daha verimli hale geldi.


Günümüzde Türkiye’de yaratıcı yıkıma en çok direnen alanlardan biri: Taksi tekeli. Uygulamalı ulaşım sistemlerinin önünü tıkamaya çalışarak dönüşümü ertelemeye çalışıyorlar. Ama bu kapitalizmin doğal akışı, kaçınılmaz bir dönüşüm.


Ve şimdi geldik liberteryenlerin en sevdiği noktaya: Anarko-kapitalizm.


Bu terimin atfedildiği kişi: Murray Rothbard. Açık konuşayım, beni de piyasacı bir liberteryen yapan odur.


Rothbard, devletin tamamen ortadan kaldırılmasını ve tüm kamu hizmetlerinin piyasa mekanizmalarıyla sağlanmasını savunur. Bu, buraya sığmayacak kadar geniş bir konu olduğu için ayrı bir entry’de anarko-kapitalizmle ilgili sık sorulan sorulara değineceğim.

Şimdilik devletin para politikasıyla ilgili söyleyeceğim tek şey:


Bu tweetimdeki cümledir.



bottom of page