top of page
png.png
  • Yazarın fotoğrafı: Merve Karataş
    Merve Karataş
  • 7 May
  • 2 dakikada okunur


Şayet tahkimi Londra’da olan, hazine garantili köprü projelerini alanlardan söz ediliyorsa o işin hukuki boyutu çocuk oyuncağı gibi görünmemektedir. 




Öncelikle kurtulunması gereken bir kavram karmaşası vardır: Kamulaştırma ve devletleştirme aynı şey değildir.


1) Kamulaştırma için özel mülkiyet söz konusu olmalıdır.

2) Kamulaştırmada kamulaştırılan malın bedeli ödenmelidir.


Bundan mütevellit, köprüler ve otoyollar gibi yapıların kamulaştırılması kamu yararına hizmet edeceğinden ötürü kulağa hoş gelse de anlamlı bir öneri değildir. Bunlar nasıl yapılmıştır? Yıllarca üzerinden araba geçse de geçmese de devletten teminat alınarak yapılmıştır. Covid-19 etkisi gibi nedenlerle bu şirketlerin geliri iyice düşmüş, devletin üzerindeki finansal yük de buna bağlı olarak artmıştır.


Devletleştirmenin farkı nedir?


1) Mevzubahis kuruluş özel teşebbüs olmalıdır.

2) Devletleştirmede devletleştirilen malın bedeli ödenmez.


Kamulaştırma olamayacağı için devletleştirmeden söz edilecek olsa yine ciddi bir problem ortaya çıkmaktadır: Özel teşebbüs problemi. Devlet denetiminde olan işletmeler özel teşebbüs değil kamu teşebbüsü olarak klasifiye edilir. Köprüler özel bir girişimciye ait değildir. Projelerin devlet adına yapılmış projeler olmaları hukuki anlamda engel çıkarabilir.


Üçüncü bir olasılık olarak, anlaşmanın feshi yoluna gidilebilir. Bu senaryoda karşılaşılacak olan güçlük  Londra'daki tahkime olan bağlılık olacaktır. Minareyi çalan kılıfını da hazırlar. Bu sorunun Londra mahkemelerinde çözümlenmesi kolay işleyecek bir süreç olmayacaktır.


Gelelim işin liberalizm boyutuna:


Ekonomik liberalizmin temel taşı özel mülkiyettir. Mevcut yasal düzenlemelere göre ise köprüler ve otoyollar özel mülkiyet değildir. Bunun olmasını savunan liberaller vardır lakin fikirleri köprüler ve otoyalların doğal monopoller yaratacağı gerekçesi ile eleştirilmektedir. Gelgelelim devletçilik, günümüzde şirketlerin devletlerle anlaşarak halkı sömürmelerine engel olmamaktadır. Bunu en iyi anlatan kitap da Perkins'in Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları adlı eseridir.


Perkins'in eserinden bir pasaj paylaşmak gerekirse:


"Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye dünya bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi "asla" o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje‘ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havaalanları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz.

Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, birleşmiş millletler de bizim için oy verin! Elektrik su kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın..." sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir."


Kısacası bu mevzulara salt liberalizm ve devletçilik dikotomisinde bakmak, bunlar üzerinden liberalizm veya devletçilik eleştirmek ilk etapta cezbedici gelse de özünde göründüğü kadar mantıklı olmayabilir.


Burada sorulması gereken bir diğer önemli soru da iktidar değiştiği takdirde yozlaşmış yargı mekanizmasının, kolluk kuvvetlerinin, kilit önem taşıyan bürokratların işlevselliğini nasıl geri kazanacağı, yargılayanları kimin yargılayacağıdır.


Bazen ortaya atılmış bir fikir her ne kadar kamu yararına olsa da, fikrin pratiğe geçirilmesinin ne kadar kolay olacağının ölçütü ne yazık ki onun kamuya ne kadar yarayacağı değildir. Kamu tercihi teorisyenlerinin de anlatmaya çalıştığı şey özünde budur. Türkiye gibi ülkelerde yozlaşma istisnai bir durum değil, kurgulanmış sistemin sorunu olarak ele alınmalıdır.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page