top of page
png.png
  • Yazarın fotoğrafı: Merve Karataş
    Merve Karataş
  • 7 May
  • 7 dakikada okunur

Türkiye'de merkeziyetçilik konusu açıldığında, insanlar bu konuyu terörizm ve vatanın bölünmezliği gibi klişelerle ele almaya meyillidirler. Oysa merkeziyetçilik gerek iktisadi gerekse sosyal çerçevelerde bu ezberci perspektiften çok daha kapsamlı olarak incelenmesi icap eden, insan hayatının her alanına etki eden devletin örgütlenme yapısını ilgilendiren bir konudur.


Merkeziyetçiliğin yarattığı hukuki sorunların, ekonomik sorunların, yapısal sorunların akılcı bir çerçevede tartışılması gerekir. Bunu sağlıklı yapabilmek adına da dünyadaki diğer ülkelerde desentralizasyon süreçleri nasıl işlemiş bunu somut olarak incelersek kendi ülkemizdeki sorunlara da daha kolay ışık tutabiliriz.


Mesela endüstriyel desentralizasyon süreçleri içinde benim sevdiğim bir örnek Japonya'dır. "Cities, Autonomy, and Decentralization in Japan" adlı eserde bu örnek açıklanır. Japonya'nın 2. Cihan Harbi'ndeki mağlubiyetini takip eden dönemde ABD'nin işgal güçlerini yönetip Japonya'yı dönüştürme yoluna gittiğini görebiliyoruz. Bu süreç 1945 ve 1952 yılları arası olarak tanımlanıyor. Bu dönemde işgal kuvvetleri türlü türlü ekonomik, sosyal, idari, askeri olmak üzere çeşit çeşit reformlar yürürlüğe koyduruyor.


ABD'nin bu süreçteki amacı basittir: O dönemde hem Maoizmin yükselişine, hem Sovyetlere karşı Asya'da komünist akımlar için iyi alternatifler yaratmanın icap etmesi. Japonya bu yüzden önemli bir rol oynuyor ABD için.


Gelgelelim bu dönemde Japonya'nın yapısı daha çok bir state capitalism, haliyle de nepotizm ve yozlaşmışlık var. Japonya öyle bir anda teknoloji üretmekle anılan bir ülke olmuyor. Amerikan işgali uzun bir süre sanayi sitelerini de etkisi altına alıyor. Bundan ötürü Japonlar bir süre kendi teknolojilerini üretme hususunda umutsuzluk yaşıyorlar. Devamında da teknoloji ithal edip ithal ettiklerini geliştirme üzerine bir strateji kuruyorlar.


Eh, bizde nasıl İstanbul varsa onlarda da Tokyo var. Her şey Tokyo'da konsantre olmuş. Peki endüstriyel desentralizasyonu Japonya'da ne başlatıyor? 1960'ların başında Kyushu'da bir ekonomik kriz oluyor sanayide. Ama bu bölgenin altyapısı güzel. Yani ulaşım sorunu yok ve buradaki bölgesel krizden dolayı ucuza çalıştırabilecek bir sürü işçi var. Şirketler diyor ki "Neden Tokyo'da kalalım?" Böylece desentralizasyon süreci başlıyor. Böylece hem şirketler kazanmış oluyor hem de şirketlerin taşındığı bölge halkı kazanmaya başlıyor.


Şimdi İstanbul'u düşünün. İstanbul tek başına Türkiye'nin gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 30'undan fazlasını üretiyor. Bu sizce sağlıklı bir durum mudur? Bu durumun sebebi nedir?

Diyebilirsiniz ki "Bunun sebebi plansızlık, merkezi yönetim plan yapmadığı için böyle." Hayır, bizdeki sorun merkezi yönetimin plan yapmaması değil, bilakis merkezi yönetimin her işe haddinden fazla karışmasıdır.


Türkiye'de devlet ne yapıyor? Bir asgari ücret belirliyor. O asgari ücreti Edirne'deki de alıyor, İstanbul'daki de alıyor, Hakkari'deki de alıyor. İstanbul'da birileri evler pahalı diye şikayet ediyor, bunun sonucunda bütün ülkede kira artışına sınır getiriliyor. Piyasa dengeleri bozulunca bu sefer ev sahipleri diyor ki "Nasılsa daha sonra ben bu kirayı yükseltemeyeceğim en iyisi şimdiden daha yükseğe koyayım.", yok eğer bunu yapmazsa da mevcut kiracıları atabilmek için "Almanya'dan oğlum gelecek." moduna geçiyor, sonuç olarak problem çözülmediği gibi üzerine bir de millet birbirinin yakasına yapışıyor.


Ne oldu? Devlet sorunu çözmedi, daha da beter etti.


Oysa Türkiye idari bölgelere ayrıldığı ve buralardaki yerel yönetimler kendi asgari ücretlerini kendi iktisadi gerçekleri, kendi piyasa koşulları çerçevesinde belirlediği takdirde bambaşka bir tablo olabilirdi. İstanbul'a yığılmış o iş merkezlerinin ülkenin dört bir yanına daha ucuz iş gücü için dağıldığını tahayyül edin. Hem İstanbul'un talep fazlasından kaynaklanan, suni yöntemlerle baskılanmaya çalışılan konut krizi, trafik sorunu, o korkunç kalabalığı rahatlayacak, hem diğer şehirlerin ekonomileri canlanacak. Anlayacağınız üzere herkes kazanacak bu senaryoda, tüm ülkeyi tek merkezden yönetmek isteyen güç aşığı 2-3 kravatlı hariç tabii.


Dahası da şudur: Bir ülkenin bütün ekonomik aktivitesinin üçte birinin bu kadar küçük bir alana sıkıştırması zaten aşırı derecede risklidir. Niye risklidir? Çünkü İstanbul deprem bölgesidir. Bu koşullarda merkeziyetçi yönetimin İstanbul'daki işçi maliyeti ile Van'daki işçi maliyetinin aynı olmasına sebebiyet vererek bütün ekonomik aktivitenin İstanbul'a sıkıştırması yapılabilecek en aptalca kamu yönetimi hatalarından biridir.


Sentralize bir sistemi mantıklı bulabilmeniz müthiş homojen bir yapı olmanız gerekir.

Peki Türkiye homojen, küçük bir şehir devleti midir?


Gerçi küçük şehir devletleri de homojen olmuyor. Bakın Singapur'a. Çoğunluk Çinli ama 14'ü Malay, yaklaşık %9-10'u da Hint. Din deseniz üçte biri Budist, beşte biri ateist, yüzde 19'u Hristiyan, %15'i Müslüman. Çinliler şimdi çıkıp kendi etnik ve dini değerlerini bu toplumun kalanına dayatırsa ne olur? Bir sürü gereksiz kriz ortaya çıkar. Oysa adamlar 4 tane resmi dili koymuşlar oraya, işine bakıyor herkes. Refah içinde yaşıyorlar.


İsviçre'ye bakın, her kantonu ayrı bir dünya. İsviçre şimdi bölünmüş, egemenliğini yitirmiş, refahtan uzak bir ülke mi? Elbette değil.


Bizimkiler de 21. yüzyılda hâlâ kendi refah düzeylerini feda etme pahasına herkese "Türküm doğruyum çalışkanım." dedirme derdindeler. Kürtçe şarkı, tiyatro yasaklama derdindeler. Buna karşı çıkan herkesi de "PKK'lı, terörist" diye utanmadan yaftalıyorlar. Terörizm sorununu Kürtleri baskılayarak çözümleyebilecekleri inancıyla aynen devam ediyorlar.

Peki ülke bundan ne çıkar elde ediyor? Koca bir hiç.


Bunu dile getirmek sevgi pıtırcıklığı falan değildir, terörizmi meşrulaştırmak da değildir. Bu inat Türkiye'nin ülke olarak komple verimliliğini, yaşam standartlarını düşürmektedir. Kürtlerin temel eğitimini kendi dillerinde almasını engellemek demek, beşeri sermayeye ket vurmak demektir. Terör örgütleri için zorla dağa çıkarılacak daha fazla zavallı çocuk demektir.


Peki kim kazanmaktadır bu denklemde? Türkler değil. Kürtler de değil. Kim kazanmaktadır söyleyeyim: Ucuz ucuz popülist siyasetle, hiçbir politika üretmeden mecliste uyuya uyuya sizin vergilerinizle geçinen takım elbiseli bazı şahsiyetler kazanmaktadır. Çünkü beyin hücrelerini kullanarak sorun çözmek yerine kutuplaştırıcı siyaset ve korkudan beslenmek işlerine gelmektedir. Neden mi? PKK'nın olmadığı bir Türkiye'de MHP'yi hayal edin, nedenini anlayacaksınız.


Tekrar altını çizmek gerekir ki, milletin Türk-Kürt mevzusundan ibaret zannettiği merkeziyetçilik sorunu mevzunun sadece bir boyutudur, bu problemin asıl fecaat olan kısmı daha önce de değindiğim üzere yarattığı ekonomik sorunlardır. Ekonomik açıdan Antalya'nın ihtiyaç duyduğu idari biçim ile, Rize'ninki aynı olabilir mi? Kars'ınki ile İstanbul'unki aynı olabilir mi? Merkeziyetçi bir sistemde Ankara'da oturan bir adam bunların hepsi adına karar alıyor. Sonra ne oluyor? Bölgesel piyasaların ihtiyaç duydukları konular gündeme gelemiyor.


En basitinden şunu düşünün. A şehri ve B şehrinin popülasyon yapısı farklı. Nüfuslar kağıt üzerinde aynı diyelim ancak nüfusların niteliği farklı. Yüzlerce kilometre ötede yaşayan bir bürokrat bunu bilmiyor. A şehrinin problemi nedir, B şehrinin problemi nedir bilmiyor. Oysa yaşlı nüfus oranının daha yüksek olduğu bir yerin yaşlı bakım merkezleri ve evde bakım hizmetleri gibi girişimlerin kurulmasına öncelik vermesi gerekirken, bunun aksine çok sayıda genç aileye sahip başka bir bölgenin çocuk bakım tesislerini genişletmeye, ebeveyn destek programları sağlamaya ve erken çocukluk eğitimine yatırım yapmaya odaklanması daha mantıklı olabilir. Bunun için de sadece kaynakların nerelere ayrılacağını seçmek yeterli değildir, bazı teşvikler için yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi gerekir.


Antalya için turizm sektörü önemlidir mesela. Antalya'da kumarhane açılıp açılmayacağına Van'da yaşayan biri neden karar versin? Kumarhane dediğiniz sektör milyar dolarlık bir sektördür, binlerce kişi için istihdam demektir, müthiş bir döviz geliri demektir. Antalya'da Alman ve Rus komşularla yaşayan birinin yürüteceği ekonomik faaliyet, neden Rize'de çay üreten biri tarafından belirlensin? Veya Rizeli bir adamın kendi üretim faaliyetlerini canlandırabilecek politikaların belirlenmesinde neden Tekirdağlı bir rakı üreticisi söz sahibi olsun? Yerel yönetimler kendi ihtiyaçlarının ne olduğuna karar verebilme noktasında daha fazla otonomi sahibi oldukları takdirde ekonomik verimliliğin artacağı ve bölge ile ilgisi olmayan kişilerin duygusal kararlarından kurtulacağı açıktır.


Erkeklerin korkulu rüyası nafakayı düşünün. Doğuda eğitim sürecini bitirmeden evlenen bir kızı korumak için bir kanun tasarlıyorsun. O kanunla daha sonra ünlü bir milyarderin boşandığı eski sevgilisi dünya turu yapıyor. Bu da mantıklı değildir. Ülkenin her bölgesinin sosyal gerçekliğinin özdeş olmadığı gayet nettir.


Daha bitmedi, merkeziyetçilikte bütün sosyal ve ekonomik çıkmazların ötesinde siyasetin özü açısından yapısal sorun da oluşuyor:


Checks and balances sorunu.


Siz 81 ilin birden karar alıcısını Ankara yaptığınızda insanlar vergilerinin nereye gittiğinin takibini bile yapamıyorlar. Hesap sorma yok, güç dengesi yok. Otorite tek bir yerde konsantre oldukça yozlaşma da artıyor. Gelgelelim, Türk sosyal medyasında profil resmini "128 milyar dolar nerede?" yapmış insanlardan birine "Power tends to corrupt; absolute power corrupts absolutely." diyerek doğrudan merkeziyetçiliğin kendisini eleştirseniz size "Devlet ayrı hükûmet ayrı." diyerek karşı çıkıyor.


Oysa yerel yönetimlerin güçlendiği bir durumda insanların yönetimlerine hesap sorma kapasitesi de artar. Vergi sistemi de bu açıdan önemlidir. Türkiye’de vergilendirme yetkisi merkezi hükûmettedir ve bu merkezi hükumet yerel yönetimlere para dağıtır. İnsan parasının hangi köprüye, hangi hastaneye, hangi hizmete gittiğinin takibini bu sistemde yapamaz, ne psikolojik ne de pratik olarak kendisini demokratik karar alma sürecinin gerçek anlamda bir parçası gibi hissedemez. Böylelikle devlet, insanların sorumluluk alma bilincini de köreltir. Bu yüzden en ufak problemde "Devlet nerede?" diye sitem etmek zorunda kalan bir çocuk toplum ortaya çıkar.


Vergilendirme sisteminin de merkeziyetçi dizaynının sorunlu olduğunun özellikle altını çizmek istiyorum.


Belediyeler Ankara'ya bu kadar muhtaç bırakıldıkları zaman merkezi hükûmet ile aynı siyasi düşüncede olan yönetimlerin kayrılması da doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar. Seyit Torun'un geçen sene bir açıklaması oldu, CHP'li belediyelerin 20 milyar lira tutarındaki projeleri bir yıldır Erdoğan'ın imzasını beklediğini belirtmişti.


Seçimlerle 60 küsur belediye kazanan HDP'ye ne oldu peki? 3 senede iktidar bunların neredeyse 50 tanesine kayyum atadı. Sorarlarsa sisteme "demokrasi" dersiniz, kim bilecek?

Farklı bölgelerde farklı politikaların uygulanabilir olması hem ekonomik, hem sosyal anlamda kalkınmanın önünü başka bir şekilde de açabilir:


Merkezi olmayan bir sistemde, bir bölge yeni bir politika deneyebilirken, başka bir bölge farklı bir yaklaşım deneyebilir. Bu deneyler, en iyi neyin işe yaradığına dair değerli bilgiler sağlar ve daha sonra ulusal politikalar için de ışık tutabilir.


Bu temel insan doğasıdır. Çeşitlilik yeniliği besler, rekabet inovasyon getirir. Bölgelerin birbirlerinin başarılarından ve başarısızlıklarından ders almasına olanak tanınması da önemli bir avantaj olur.


Buraya kadar konuştuklarım işin sosyal, iktisadi, siyasi boyutlarıydı. Güvenlik konusunda da ademimerkeziyetçi politikaları desteklediğimi belirteyim. Türkiye neden darbeler ülkesidir bir düşünün. ABD'yi bu konuda beğenirim. Orada kolluk kuvvetleri federal, eyalet ve yerel düzeylerde kurumlardan oluşur ve Türkiye'dekine kıyasla çok daha ademimerkeziyetçi bir yapıdadır. Bu güç dengeleri açısından daha sağlam daha sağlıklı bir denge sağlar.

Yazının başında da belirttiğim gibi, ne yazık ki Türkiye'de bu konuları ne zaman açsak hep "Vay sen terörist misin, bölücü müsün?" sığlığında duygusal bir kitle ile karşı karşıya kalıyoruz.


Malum, Türkiye'de iki büyük kültürel fay hattı var: Türk-Kürt ve seküler-dindar fay hatları. Vasıfsız siyasetçiler genellikle yapıcı politika üretebilecek beceriye sahip olmaktansa bu fay hatlarını kaşıyarak taraftar toplamayı tercih ediyorlar, çünkü bu kolay olan yol. Seçmen tabanlarında ise bu her mahallenin toplumun milyonlarca kişilik kalan kısmı üzerinde patolojik bir takıntı ile tahakküm kurabilme fantezisine evriliyor. Herkes ülkeyi kalkındırmak yerine, kendi kültürel değerlerini kalan tüm insanlara dayatabilme derdine düşüyor. İşte bu yüzden artık tüm bu fay hatlarının yerini merkeziyetçi buyurgan rejim taraftarları ve otonomi savuncusu ademimerkeziyetçiler arasındaki bir fay hattı almalıdır, zira tartışılması işe yarayacak olan esas meselemiz budur.



Bu mesele, pragmatik olarak ele alınması gereken bir konudur. Türkiye gibi heterojen, Balkanlardan Orta Doğu ve Kafkasya'ya kadar uzanan bir coğrafyada tüm karar alma mekanizmasını İç Anadolu'daki tek bir adama bağlamak fecaattir. Yerel yönetimlerin yetkilerini genişletmek, bugün Türkiye'de yaşamı zehir eden pek çok problemi piyasa mekanizması dahilinde çözebilme potansiyeline gebedir.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page