top of page
png.png
  • Yazarın fotoğrafı: Merve Karataş
    Merve Karataş
  • 7 May
  • 3 dakikada okunur

Küreselcilik, ekseriyetle içe kapalı rejim destekçilerinin, militaristlerin veya başlarındaki müstebitlerle barışık olan komplocuların sohbetlerine meze olur ve öcü muamelesi görür.

Küreselciliği birden fazla kontekstte ele alabilecek olsak da; ulusal ekonomilerin ticaret, yatırım ve finansal akışlar yoluyla küresel pazara entegrasyonuyla, kültürel değerlerin medya ve seyahat yoluyla ulusal sınırların ötesine yayılması, enternasyonal bir şirkette çalışırken Güney Koreli, Lesotholu ve Finlandiyalı arkadaşlarınızla hafta sonu izlediğiniz diziyi konuşmanız veya aynı şarkıcıların konserlerine bilet almanız gibi durumlar, uluslararası ilişkilerdeki liberal kurumsalcılıkla paralellikler taşıyan uygulamaların hepsi özünde birbiri ile ayrılmaz bir bütündür.




Devletlerin ticaret, güvenlik ve istikrar gibi karşılıklı yararlar sağlayan kurumlar yaratarak işbirliği yapmaya ikna edilebilecek rasyonel aktörler olduğu bir senaryoda herkes için negatif sonuçlara yol açabilecek prisoner's dilemmadan kaçınmanın mümkün kılınabilineceği de yeni bir düşünce değildir. Öyle ki Fransız düşünür Montesquieu ta 1600'lü yıllarda "L'effet naturel du commerce est de porter à la paix." (Ticaretin doğal etkisi barışın sağlanmasıdır.) sözünü etmiştir. Gelgelelim 21. yüzyılda bile hâlâ küreselciliğin sanki dünyanın en büyük problemi, hürriyetin önündeki en büyük engelmişçisine ulusalcı veya muhafazakar gruplar tarafından demonize edildiğini görmekteyiz.


Küreselcilere yönelik suçlamaların, özellikle de Soros'u ele alan komplo teorilerinin neden mantıksız olduğunu uzun uzun açıklamaya gerek duymuyorum. Tek bir kişi veya grup tarafından kontrol edilen bir dünya ağı fikri aşırı derecede sığdır ve küresel güç yapılarının karmaşıklığını göz ardı eder. Sheldon Adelson üzerinden bir komplo teorisi üretilmez mesela. Oysa bir Yahudinin anti-semitistlerle iş yapması, anti-semitistlerin karşısında durmasından çok daha gizemli bir durumdur.


Asıl konuya dönersek, liberal kurumsalcılık tenkit edilirken de uluslararası kurumların hedeflerine ulaşmada etkili olmadığı sık sık öne sürülür. Burada "Birleşmiş Milletler dünyadaki tüm çatışmaları önlemede veya her durumda insan haklarını korumada başarılı olamamışsa tamamen etkisizdir. " şeklinde bir mantık hatasıyla karşılaşabiliriz. (Neden yalan söyleyeyim, bazen bu konuyla ilgili dönen politik mizaha ben de gülüyorum. Örneğin Twitter'daki "Is EU concerned?" sayfası oldukça eğlencelidir)


Oysa enternasyonal örgütlenmelerin yarattığı etki fizyolojideki all or none prensibi gibi bir şey değildir, yani nöronları belirli bir eşik değerinde uyaramıyorsak hiç aksiyon potansiyeli üretemiyoruz diye bir durum yoktur. AB'nin İkinci Dünya Savaşı gibi travmatik bir sürecin ardından kurulmuş olması tesadüf değildir, ticari engellerin minimize edilmesi ve ekonomik anlamda karşılıklı bağımlılığın teşvik edilmesinin üye devletler arasında çatışma olasılığını azalttığını reddedemeyiz.


Bosna-Hersek'in adı bu tartışmalarda olumsuz bir örnek olarak sık geçse de bölgeyi istikrara kavuşturan Dayton Barış Antlaşması için müzakereler ABD ile AB tarafından basitleştirilmiştir. Yine Mısır ve İsrail arasındaki 1978 Camp David anlaşmaları da ABD tarafından teşvik edilmiştir ve liberal kurumsalcılığın bir başarısı olarak kabul edilebilir. Müzakereler diğer uluslararası kuruluşların ve aktörlerin desteğiyle, BM'in kurumsal çerçevesi üzerinden yürütülmüştür.


Liberal kurumsalcılığın iktisadi ayakları olarak da IMF ve Dünya Bankası gibi kurumları yaratan Bretton Woods sistemini, 1947'de imzalanan ve daha sonra yerini Dünya Ticaret Örgütü'nün aldığı Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması'nı ele alabiliriz.


Türkiye'deki IMF nefretini sanırım hiçbirimiz inkâr edemeyiz. Aslında bu tutumun temel sebebi Osmanlı'nın devletçi iktisadi sistemine ve Sanayi Devriminin kaçırılmasına kadar giden uzun bir süreçtir. IMF genellikle serbest piyasalara, mali kemer sıkmaya ve kuralsızlaştırmaya öncelik veren neoliberal ekonomi politikalarıyla ilişkilendirilir. Bu politikalar da Türkiye gibi hükümetin müdahaleci yaklaşımı tercih ettiği bir memlekette tepki yaratır.


Gelgelelim yalnızca iktidar yandaşlarının değil muhaliflerin de önemli bir bölümünün bu kurumları ülkenin otonomisine yönelik bir tehdit olarak algılıyor olması günün sonunda demokratik kurumları aşındırmak ve gücü merkezileştirmekte problem görmeyen iktidarların işlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Supranasyonel örgütlenmelerin güçlü devletlerin lehine karar alma eğiliminin yarattığı septisizm ise özellikle Türkiye gibi ülkelerde milliyetçilik ile birleştiği zaman ülke içindeki bir müstebitin kendi despotizmini meşrulaştırması kolaylaşır.


ABD gibi güçlü devletlerin uluslararası kurumlar içinde daha fazla etkiye sahip olabileceği doğru olsa da bu kurumlar yine de oyun alanını dengelemeye ve devletler arasındaki eşitsizliği azaltmaya yardımcı olabilir. Kurumlar, diyalog için bir forum sağlayarak daha küçük veya daha zayıf devletlerin sesini duyurmasını kolaylaştırabilir ve bir bütün olarak küresel topluluğun çıkarlarını destekleyebilir.


Aslında ABD içinde de küreselciliğe karşı çıkan grupların arasında liberteryenlerin olması ilginçtir. Bu grupların küresel örgütlerin liberteryenizmle bağdaşmadığı iddiasını gündeme getirdiğini görebilirsiniz lakin serbest ticaretin teşvik edilmesi de çatışmaların önlenmesi de liberter değerlerle uyumludur.


"Asıl çelişkili olan nedir?" diye sorarsanız da bu soruya "Bireysel özgürlüklere değer veren ve otoriterliğe karşı çıkan liberterlerin Rusya'nın Batı demokrasilerine yönelik tehdidini görmezden gelmesi." yanıtını vermeyi tercih ederim.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page