- Merve Karataş
- 7 May
- 6 dakikada okunur
Erdoğan'ın diktatörlük rejiminin muhalif kesimin Atatürkçülüğünü körüklemesi anlaşılabilir bir durum. Son dönemlerde İslamcılar Atatürk'e bilinçli olarak saldırıyorlar. Türk ekonomisi sonunda ışık olan bir tünele girmiş gibi görünmüyor, sondajla pirosfere doğru ilerliyor. Halk fakirleştikçe iktidar, her gün aynı kutuplaştırmalar üzerinden gerilim yaratıyor ki malum kesimin desteğini kaybetmesin.
İktidarın Atatürk karşıtı kışkırtıcı söylemleri nedeniyle giderek daha da fanatikleşen Kemalistler liberallerden gelen eleştirilere karşı irrasyonel bir savunmaya geçiyorlar. Oysa mevcut koşullarda Kemalistlerin kulak tıkayıp karşı savunmaya geçmesi gereken aleyhtarları liberaller değil. Yapıcı bir tartışma yapmak istiyorsak öncelikle liberalleri "Atatürk düşmanı" olarak etiketleme klişesinden ve hoşumuza gitmeyen her argümana "ergen hezeyanı" demekten vazgeçelim, belki o zaman iki adım yol alabiliriz.

1) Kişi odaklı değil, ilke odaklı düşünmek ve felsefe ile barışmak:
Akıl yürütme ile ortak değerler inşa edeceksek eğer, bunu kişiler üzerinden zaten yapamayız, ilkeler üzerinden yapabiliriz. Kişiler üzerinden yapılacak fikir tartışmalarının nihai kaderi "Sen Abdülhamit'i savundun!" seviyesine inmektir. Türk solunun cevaplaması icap eden sorular "Atatürk'ü sevsek mi sevmesek mi?", "Atatürk iyi mi kötü mü?" veya "Atatürk İngiliz ajanı mı?" gibi içi boş sorular değildir. Ekseriyetini Kemalistlerin oluşturduğu Türk solu, artık bu tür "kişi odaklı" meseleleri tartışmaya bir son verip fikirlerini temellendiren ilkesel zeminini gözden geçirmelidir. Savunduğu ilkeler hangi tarihsel konjonktürde ortaya çıkmış?
Bu ilkelerin diğer ülkelerdeki karşılığı neymiş? Günümüz koşulları için gelecek vadeden bir doğası var mıymış? Kemalistler, siyasal İslama karşı gerçekten etkin olmak istiyorlarsa işin magazinsel yönünü bir kenara bırakıp, kendilerini bu tür soruları yanıtlamaya kanalize etmelidirler.
Pek çok Kemalist, Mustafa Kemal Atatürk'ü eşi benzeri olmayan bir mucize olarak görür. Oysa Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya çıkışı bir mucize değildir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu tür ulusal liderler dünyanın pek çok köşesinde ortaya çıkmıştır ve liberal rejimlerin öylesine ciddi bir yıkım sonrası sağlıklı bir reçete olamayacağı fikri dünya genelinde kabul görmüştür. Bunu açıklayabilmek için illa Almanya veya Rusya gibi dünyanın en acımasız diktatörlük rejimlerini örnek olarak vermeye gerek yoktur. İki büyük savaş arası dönemde İkinci Polonya Cumhuriyeti'nin ilk başkanı Jozef Pilsudski de bu trende verilebilecek iyi bir örnektir. (Bu örnekleri Nişanyan Yanlış Cumhuriyet’te verir.) Polonya'nın tarihine bakarsanız 16. Yüzyıldaki Lehistan-Litvanya birliği döneminde bir altın çağ yaşadıklarını görebilirsiniz. Haliyle Polonya, bünyesinde çok çeşitli etnik gruplar barındıran bir ülkedir. İki savaş arası dönemde ise Pilsudski Polonya milliyetçiliğinin mühim bir ideoloğu olmuştur. Jozef Pilsudski'nin gerici bir devrimci olmadığı özellikle not edilmelidir.
Litvanya'da Ocak Ayaklanması'ndan sonra Litvanyalıların ulusal hareketi de güçlenmiştir ve kendi içlerinde Litvanca konuşan bir laik entelijansiyaları vardır. Antanas Smetona ilerici bir devlet adamıdır ve Litvanya'nın ilk cumhurbaşkanıdır. Bir taraftan gerici katoliklerin gücünü zedelemiştir, diğer taraftan da milliyetçi hareketin başındaki figür olmuştur. Ekonomik reformlar yapılmış, Polonya'nın gücünün tarihsel yenilgiye uğratıldığı duygusu Litvanya'ya egemen olmuş, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Litvanya'nın devrimci hareketi de en az Türkiye'deki kadar milliyetçidir, hatta anti-semitizmleri bile bizimkine benzerdir. Türkiye'de devrimcilikten anladığımız şey nasıl Hannah Arendt'ın Banality of Evil'ına konu olan nazi Adolf Eichmann'ın sorgulamalarına katılmış bir diplomatı öldürmek olmuşsa, Litvanya için de durum bizimkinden çok farklı değildir. (Litvanya'da anti-semitizm)
Daha net ifade etmek gerekirse; liberallere aykırı gelen ulusalcı doktrinlerin iki savaş arası dönemde güçlendiği açıktır.
Kemalistlerin en büyük hatası nedir?
İki savaş arası döneminde ortaya çıkan ulusalcı doktrinleri 21. Yüzyıl konjonktürüne yapıştırmaları ve bu ilkelerin otoriter bir düşmana karşı işe yaramasını beklemeleridir. Siyaset felsefesini, sosyolojiyi hafife almalarıdır. Türkiye'de "Felsefe gereksizdir, pratikte işe yaramaz." şeklindeki düşünceleri yalnızca İslamcılardan, statükoculardan duymazsınız. Türkiye'deki solcuların majoritesi de otoriter çizgilerinden ötürü filozofların söylediklerini pek dikkate almaz. 100 tane münazara izlese bile asla fikrini değiştirmez.
Oysa felsefe, bazı kavramsal ayrımları kafanızda düzgün yapabilmenizi ve daha sistematik fikir yürütebilmenizi sağlar. Siyaset felsefesinden anlamayan insan ne yapar? Gider neoliberal ekonomi politikalarını savunan sağ popülist Orhan'ı da, evine Karl Marx posteri asıp LGBT t-shirtyle gezen Berke'yi de "liberal" diye tanımlar geçer. Böylece birbiri ile ilgisi alakası olmayan iki profil sanki ayrılmaz müttefiklermiş gibi algılanır ve tartışma daha başlayamadan sona erer.
Günümüz Kemalistlerindeki batı felsefesi düşmanlığının en güzel örneklerinden biri Ekşi Şeyler'e giren şu yazıdır:
Görüldüğü gibi yazıda "Baudrillard, Derrida gibi pseudo-entelektueller" şeklinde dünyadan kopuk bir ifade vardır. Bu tür ifadeler ne kadar sağlıklıdır, düşünmesi sizlere kalmış. Kemalizm için "1930'lu yillarda yabanci basinda Turkiye'nin imaji icin yazilmis birkac eser disinda bahsi bile gecmeyen kavram." dense de Kemalizmin ilkelerinin neler olduğu gayet bellidir. Postmodern kritikler canınızı sıkarken ısrarla reddedilen detay budur.
2) Milliyetçilik :
Siyasal İslamın milliyetçilik ile yenilebileceğine inanılıyor, yıllardır Akp'nin koltuk değneği olmaktan vazgeçmemiş sağ kanat milliyetçilerinin etkilenebileceği ve bu şekilde iktidara geçilebileceği düşünülüyor. Bunlar işe yaramadı, yaramayacak da. Akp'nin diktatörlük rejiminin zirvesine ulaşıp iptal ettiği yerel seçimler bile Kürtlerin desteği ile alındı.
"Yüce Türk kültürünün içini pis Arap kültürüyle boşalttılar." şeklindeki ırkçı ifadeler sürdürülürse, ülkede giderek artan Arap nüfusu da geri dönüşü sağlanamayacak biçimde Türk soluna düşman olacak. Her ne kadar "Irkçı değil ulusçuyuz." dense de pratikte oldukça fevri davranılıyor. Söylemlerin uzun vadede doğuracağı sonuçlar irdelenmiyor. Birinci Dünya Savaşı biteli 1 asır oldu. Kazanmak isteyen, ulusalcılık güzellemesi yapmadan evvel ülkenin demografik yapısını iyi incelemelidir. İddia ettiği kadar ilerlemeci ve sol görüşlü olanlar, hamaset edebiyatıyla prim yapmayı ve bitmek bilmeyen Türkçülük güzellemelerini bir kenara bırakmalıdır. 21. Yüzyılda bunlar sağ popülizmin işidir. Gürcü kökenli olan bir milyondan fazla Türk vatandaşı varken Erdoğan eleştirilerinin bile "Bıyıklı Gürcü" şeklinde yapılması muhalefeti daha güçlü değil, daha güçsüz kılmaktadır.
Milliyetçilik ilkesini sorgulanamaz bir prensip olarak kabul edip, "millet"i tanımlarken yapılan hatayı Ernest Renan adlı tarihçi ve filozof Qu'est-ce Qu'une Nation konferansında yıllar evvel açıklamıştır.
Renan buyurur ki; "Beşeri toplumun muhtelif biçimleri vardır. Çin, Mısır ve Kadim Babil gibi büyük insan toplulukları; Atina ve Sparta tarzı siteler, Karolinger Krallığı tarzında farklı ülkelerden müteşekkil birliktelikler, İsrailliler gibi din bağı ile bir araya getirilen anavatanı olmayan cemaatler; Fransa, İngiltere ve Modern Avrupa'nın pek çok otonom devletlerindeki gibi milletler; Amerika ve İsviçre türü konfederasyonlar, muhtelif Germen ya da Slav grupları arasında ırk ya da daha iyisi lisanın sağladığı akrabalı ve soy ilişkileri... Velhasıl birlikte yaşamanın geçmişe ya da günümüze ait bütün biçimleri. Büyük mahzurlara yol açmak istenmiyorsa bunlar birbiriyle karıştırılmamalıdır. Fransız devrimi sırasında küçük, müstakil sitelere ait müesseselerin 30-40 milyonluk büyük milletlere tatbik edilebileceğine inanılıyordu. Günümüzde ise çok daha feci bir hataya düşülmektedir: millet ve ırk eşanlamlı olarak kullanılmakta, etnik ya da daha iyisi lisan temelli gruplar için gerçekten mevcut olan halklar tarzında bir hakimiyet hakkı öngörülmektedir."
Bu pasaj bölücü değil kucaklayıcı olduğu sanrısından kurtulunmayan "Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes Türktür." mantrasındaki yanlışı iyi açıklar. "Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes Türktür." sözü "Türkiye müslüman bir ülkedir." diyenleri hatırlatır.
3) Laiklik:
Laiklik ilkesine çok önem verildiği papağan gibi tekrar ediliyor. Bu iyi bir şey. Bizler de laiklik ilkesine önem veriyoruz. Ancak aynı zamanda lafı dolandırmadan dürüstçe ifade edebiliyoruz ki "Türkiye Akp'den önce de laik değildi."
Biraz tafsilat verelim. Açalım ezbere "aydınlık" dediğiniz cumhuriyet döneminin ilk yıllarında kabul edilmiş olan 442 sayılı köy kanununu bir okuyun bakalım neler varmış? Köy tüzel kişiliği kanunda nasıl tanımlanmış? 1924'te kabul edilmiş olan bu kanunun laiklik prensibi ile çeliştiği, Sünni bir kimliğe göre tasarlandığı gayet açıktır.
Muhayyilemizde bir "aydınlık cumhuriyet dönemi" imajı yaratıp hata kabul etmemek düşünsel bir efor gerektirmiyor. "Kadınlara haklarını Mustafa Kemal Atatürk verdi, Türklerde feminist hareket mi vardı?" deniyor. Evet, Türklerde feminist hareket vardı. (Nezihe Muhiddin)
40'larda gayrimüslimlere uygulanan vergiler, imamların devletten aldığı maaş hangi laiklikle açıklanıyor? Türkiye'nin cumhuriyet tarihinin herhangi bir döneminde gerçekten laik olduğunu nasıl iddia edilebiliyor?
4) Devletçilik:
Devletçilik doğası gereği hem ekonomik hem sosyal bağlamda kontrolcülüğe dayanan bir prensiptir.
Türkiye'de muhalefetin aslında yıllar önce almış olması gerektiği ama almakta çok geciktiği bir ders vardır ki o ders; Türkiye gibi kültür mozaiği bir ülkede; sosyal politikalarda devletçiliğin daha çok sağ iktidarların işine geldiğidir.
Başörtüsü probleminin yıllarca Akp'nin kullandığı en büyük kozlardan biri olması bunun kabak gibi ortada duran bir örneğidir. Akp'nin iktidara gelmesinde büyük rol oynamış bu probleme "yasak sadece 28 şubat sürecinin ve 12 eylül'ün sonucudur." şeklinde bakmak hatalıdır zira böyle bir yasağın olmamasının temel nedeni Türkiye'deki anti-otoriteryenizmin gücü değil, türbanlı üniversite öğrencisi sayısının gözle görülebilir bir orana ulaşmasının 1960'lı yılların ortalarını bulmasıdır.
Bunun sosyal boyutunda daha anadilde eğitim hakkı vardır (bu biraz milliyetçilik ilkesi ile de bağlantılıdır), eşcinsel hakları vardır, sperm/yumurta bağışı vardır, medya sansürleri vardır, kürtaj vs. vardır. Peki otoriteryenizm ve liberalizm dikotomisinde bu sorunların çözülmesini teşvik edecek olan politik duruş ilkesel olarak nedir?
Gelelim devletçiliğin ekonomik boyutuna.
1923-1929 arasında Türkiye Cumhuriyeti'nde izlenen ekonomi politikalarının temelinde ulusal egemenlik nosyonu yatar. Savaş sonrası ekonomilerde böyle politikaların hayata geçirilmesi doğaldır. İzmir İktisat Kongresi'nin ana fikri nedir? Yerli üretimi teşvik etmek ve yabancı sermayeye Türkiye'nin ekonomik kalkınmasına hizmet ettiği sürece izin vermektir. Özel teşebbüslerin desteklendiği 1923-1929 arasındaki ekonomi politikalarında liberalizmin izleri olduğunu söylemekte beis yoktur.
Sürecin sonlarına doğru Türk ekonomisinde devletçilik doktrininin hayata geçirilmesi ise Büyük Buhran ile ilişkilidir. İhracat ilişkilerinin önemli bir kısmı Abd ile olduğundan fiyatlar ciddi oranda düşmüş ve Türkiye'nin dış ticareti, gümrük vergileri bu tablodan etkilenmiştir. Girişimcisi olmayan Türkiye'de devlet kendisi girişimci olma rolünü üstlenmiştir.
Türk muhaliflerinin beyinlerine "liberalizmi" ile kazınan, "Amerikancılığı" ile hatırlanan Özal'ı "emperyalist" diye eleştirmek ancak Özal öncesi dönemi düşünmemekle mümkün olabilir. Türkiye-Abd ilişkilerinin temeli bir günde atılmamıştır, Türkiye'nin Abd ve Rusya ikileminde Abd'ye yakın durmuş olmasının nedeni Türkiye'deki x siyasisi y siyasisi değil dış politikada kaçmanın pek mümkün olmadığı tarihsel dinamiklerdir.
Beşeri sermayenin ve girişimciliğin oluşturul(a)madığı bir senaryoda ekonomik liberalizmin bizlere ütopik bir medeniyet sunmamış olması şaşırtıcı değildir. Türkiye'de üretim kültürünün yerleşmemiş olması Osmanlı'nın iktisadi sistemiyle ve endüstrileşme treninin kaçırılması ile bağlantılıdır. Böyle bir ortamda siz istediğiniz kadar "ekonomik liberalizm"den söz edin, militarizmde ve yandaş bürokratları zengin etmede temellenmiş bir döngü kaçınılmaz olur. Yolsuzluklar alır başını gider. Devletçi oligarkların karşısında durabilecek nitelikli bir burjuvazi de oluşmaz.
Sosyal medya düzenlemesi gibi konular gündemdeyken unutulmamalıdır ki Türkiye'de Youtube, 2007'de Kostas adında bir öğrencinin yüklediği Atatürk videoları yüzünden de yasaklanmıştır. Bunun nedeni de Akp gibi bir hükûmetin Atatürk sevdası değil, halk tabanından gelen yoğun tepki ve sansüre olanak tanıyan yasal düzenlemeler olmuştur. Bir ülkede bu tür bir sansürü bir defa meşrulaştırırsanız o sansür döner dolaşır bir gün sizin yapacağınız dijital paylaşımları da hedef alır. Aynı bugün geldiğimiz aşamada olduğu gibi.
Bundandır ki, ülkeye egemen olan Siyasal İslam sorunu "Andımız"ı geri getirip parklara daha fazla Atatürk büstü dikmekle çözümlenemeyecektir.