- Merve Karataş
- 7 May
- 6 dakikada okunur
Xiv. Louis, şahsına bu soruyu yöneltecek olanlara "l'etat c'est moi" diyecek kadar açık sözlüydü. Diktanın suni bir özgürlük illüzyonu ile maskelendiği çağdaş rejimlerde ise "Devlet ve hükûmet ayrı mıdır?" sorusu ister istemez komplike bir forma bürünmektedir.
Devlet vatandaşlarının, devletin ve hükûmetin ayrı nosyonlar olduğunu sürekli dile getirmeye ihtiyaç duydukları bir yerde Game of Thrones'taki "Long may he reign" temennisinin tezatı söz konusudur. İnsanlar bir hükûmetin idare süresinin sona ermesini ve tüm dertlerinin de bu şekilde çözümlenmesini ümit ediyorlar, alicenap müstebitlerin problemlerini çözümlemesini bekliyorlardır.
Toplum sözleşmesi, Hobbes, Locke ve Rousseau gibi düşünürlerin teorilerinden beslenen ve bireylerin karşılıklı uzlaşma için toplumsal düzen kurdukları postülasına dayanan bir varsayımdır. Peki günümüzdeki toplumsal düzende bunun reel bir karşılığı var mıdır?
Yoktur, zira reel bir sözleşmeden söz edilebilmesi için tarafların karşılıklı rızaları gerekir. Bugün x coğrafyasında doğan bir kişi, parçası olmak istemediği bir siyasi düzenin üyeliğinden çıkıp kendi etik ve rasyonel değerlerine uyan bir sisteme rızası ile geçiş yapamadığına göre toplum sözleşmesi konsepti zahiridir.
Mevcut sistemde halklar ortak değerleri olan bireylerden oluşmamaktadır. Aksine, çıkarları ve vizyonları sık sık çatışan, demokrasileri Alexis de Tocqueville'in korktuğu yönlere çeken insanlar bir arada yaşamaya zorlanmaktadır.
Majoriteler kendi relativistik değerleri üzerine inşa edilen hukuk sistemlerini oldukça merkeziyetçi bir uygulama ile tüm topluma dikte etmeyi arzulamaktadır. Ahlakın relativistik olması ise akla uygundur. Lakin hukuk relativistik olacaksa eğer, bu totalitarizmden kaçınabilmek adına polisentrik bir hukuk tasarımını ve hipotetik değil imajiner olmayan toplum sözleşmelerinin pratiğe geçirilmelerini zaruri kılacaktır.
Özellikle anarşist hukuk teorisyenleri bu konuya kafa yorar. "O zaman insanlığa sığmayacak türde suçların legal kabul edilebildiği yerler mi olacak?" gibi sorularla polisentrik tasarılar çürütülemez zira adam öldürmenin legal kabul edildiği bir sisteme dahil olanlar, nihayetinde bunun sonuçlarına da kendileri katlanacaktır. Nasıl kapitalizmde şirketler kendi çıkarları için müşterilere nitelikli bir hizmet sunmaya yöneliyorlarsa, hukuk sistemi tasarlayanlar doğal olarak oyun teorisini dikkate almaya eğilimli olacaktır. Fakat partiler arası, veya rızası ile sistem dışında kalanların dahil oldukları çatışmalarda araya üçüncül organizasyonlar dahil edilecektir.
Bağımsız ajansların merkeziyetçi bir komiserokrasinin ideolojik aygıtı olmak gibi bir motivasyonu olmayacağını not etmek gerekir. Başarılı olmak isteyen ajansların üye kitlelerini koruyabilmek adına temel kaygıları kendi içlerindeki tutarlılıklarını ve güvenilirliklerini muhafaza edebilmek olacaktır. Haliyle rüşvet, totaliter rejimlerde makamını ideolojik emniyet kemerleri ve yozlaşmış devlet aygıtı ile koruyanların nazarlarındaki kadar tercih edilebilir olmayacaktır.
Ajanslar zaten kendi içlerinde tutarlı olmaları beklenen ideolojiler üzerinde inşa edileceklerinden amirler maiyetindekileri belirlerken şahısların mevkiyi elde etmeye namzet olup olmadığını değerlendirmeye yönelecektir, yani amirler siyasal aktörlerden ziyade şirket yöneticileri gibi düşünecektir. Şirket yöneticisi gibi düşünemeyen ajanslar güvenilirliklerini yitireceklerinden ötürü kendi kuyularını bizzat kendileri kazmış olacaklardır.
Bunlar burada özetlenemeyecek kadar karmaşık kurgular olup, günümüzde hipotetik olmayı sürdüren çözüm önerileri iken, günümüzdeki sistem rızada temellenmediğinden ötürü toplum sözleşmesi de varlığını devletin varlığına armağan edecek jenerasyonlar yaratmaya hizmet eden bir mugalata olmaktan öteye geçmemektedir.
Güç sahibi olsun veya olmasın, çıkar gruplarının kendi çıkarlarını başka grupların çıkarlarından önde tutmaları gayet doğaldır. Nasıl bir ceo'nun kurumlar vergisini veya gelir vergisini işine gelmeyecek düzenlemelerle manipüle eden bir devlete isyan etmesinde çıkarcılık varsa, dezavantajdan doğan bir sosyalizm savunusunda da benzer bir çıkarcılık vardır. Christopher Hitchens gibi eleştirel düşünceyi rehber edinen insanlar ise sosyoekonomik düzeyden bağımsız olarak azınlıktadır.
Çıkar ilişkileri insanlara özgü değildir. Sanılanın aksine, çıkarcılık kötücül de değildir. İnsanlar arası ilişkiler özünde türler arası ilişkilere benzetilebilir.
Diyelim ki ben çalışkan bir üniversite öğrencisiyim ve sınavlarda çan eğrisi yok. Gecemi gündüzümü laboratuvarda geçirip bütün patoloji slaytlarını mikroskopta gözlemledim ve fotoğrafladım. Cep telefonumun editöründen her bir fotoğrafın altına görüntünün anlamını, açıklamasını yazdım. Benim bu verileri arkadaşlarımla paylaşmam bana hiçbir zarar vermez. Karşılığında başkalarından not istemiyorsam bana bir fayda da sağlamaz. Ancak arkadaşlarımın işine yarar. Bu durumda benim arkadaşlarımla kurduğum ilişki kommensalist bir ilişki olur.
Şimdi şu senaryoyu düşünelim: Ben yine çalışkan bir üniversite öğrencisiyim ve ertesi gün sınavım var. Evimde eksiklerimi tamamlamaya çalışıyorum. Ancak arkadaşlarım sürekli beni arayıp, bana soru sorup benim çalışmama engel oluyor. Bu yüzden kendi tekrarımı yapamayacak duruma geliyorum ve ertesi gün tam da tekrarlayamadığım yerlerden soru çıkıyor. Eğer ben bunu her sınavda yaparsam, bunun adı "fedakarlık" olmaz. Parazitizm olur.
"Koşulsuz iyilik" kavramı ahlakçılar tarafından sık sık yüceltilir. Oysa koşulsuz iyiliğin nasıl değerlendirilmesi gerektiği, koşulsuz iyiliğin türüne göre değişecektir. Koşulsuz iyilik zero-sum game ile sonuçlanacağından verimsiz olabilir.
Utilitaryen bir bakış açısı ile en başarılı örgütlenmelerin positive-sum game hedefine ulaşmayı basitleştirecek kurgular üzerinde inşa edilmesi gerektiğini söylemekte beis yoktur. Mümkün olduğunca mutualist ilişkiler üzerinde kurgulanacak sistemler, kitlesel boyutta en cazip sistemlerdir.
Peki yozlaşmalar neden yalnızca hükûmetlere bağlı bir sorun olarak ele alınmamalıdır?
Çünkü yozlaşmanın olduğu bir yerde positive-sum game ile sonuçlanmayan ve yalnızca belirli çıkar gruplarına hizmet eden bir sistematik kurgu vardır. Bir diktatörün yarattığı sistematik sorunları onun yerine geçirecek bir idarecinin statükocu bir duruşla çözümlemesi imkansızdır.
İdareci ya Nietzsche'nin sözlediği gibi savaştığı canavara dönüşecektir ya da müşfik diktatörler gibi sistematik reformlar yapma yoluna gidecektir. Geriye kalan tek progresivist çözüm ise bürokratlardan umudunu kesen bir halkın kendi reformuna ön ayak olmasıdır.
Şimdi diyebilirsiniz ki; "Dünyada fonksiyonel devletler de varken suçu devlete atmak ne kadar doğru?"
Takdir edersiniz ki fonksiyonel olduğunu öne sürülen devletler aynı zamanda devlet müdahaleciliğinin göreceli olarak daha az olduğu memleketlerdir. Avrupa özelinde düşünmek gerekirse, cenubî ve şarki avrupa devletlerindeki irtikab bu devletlerdeki müdahaleci sistemden bağımsız düşünülemez. Özgürlükçü doktrinleri kendi bünyelerinde üretebilmiş olan gelişmiş memleketlerde halklar otoriteleri murakabe altında tutacak denetim mekanizmalarını kendi kendilerine oluşturmuşlardır ve bu mekanizmaların tarihsel olarak hayata geçirilme sürecinde burjuvazi kilit rol oynamıştır.
İktisadi sistemi Osmanlı gibi olan devletlerde ise bu denetim mekanizmalarının oturtulmasını sağlayacak akımların yeşermemiş olması anlaşılabilirdir. Leninist örgütlenme modelinden uzak olan Çin tarihi ve Sovyetler birliği'nin varisi Rusya'daki endeks yüksekliğini ortaya çıkaran dinamikler de birbirinden farklıdır.
Çin Marksizminde kudretli bir popülist unsur varken Sovyetler tarihi Çin'dekine benzer bir komünizm anlayışından yoksundur. Zincir kırıcı vakalar vuku bulmadığı sürece de devlet kurguları ve kültürler birbiri ile pozitif geri besleme ilişkileri içinde ilerlerler. Hofstede'in güç mesafesi endeksine aşina olanlar söylemek istediğim şeyi daha iyi anlayacaklardır. Bu endeks Rusya için 93, Çin için 80, Türkiye için 66'dır ki bunların hepsi, endeksleri sırası ile 35, 35 ve 40 şeklinde olan Almanya, İngiltere ve Abd gibi ülkelerdeki değerlere göre oldukça yüksek değerlerdir.
Kısacası devlet yöneticilerinin kudretlerine çizilecek sınırlar farklı tarihsel dinamiklerle belirlenip benzer sonuçlar ortaya çıkarabilse de, devletlerdeki yönetici kadroların insanlardan oluşacağını kabul etmek önemlidir. Neden önemlidir? Milton Friedman matrisinden ötürü önemlidir.
Milton Friedman matrisi der ki; kişi kendi kazancını kendisine harcadığında tasarruflu harcama yapma ve kaliteli ürün alma eğilimleri yükselir. Kendi kazancını başkasına harcadığında da tasarruf eğilimini sürdürür lakin kalite arayışı o kadar yüksek olmaz. Başkasının parasını kendisine harcadığında kaliteye önem verir fakat tasarruf etme eğilimi azalır, başkalarının kazançlarını başkalarına harcadığında ise iki eğilim de minimum seviyeye iner.
Binaenaleyh quis custodiet ipsos custodes sorununun yeteri kadarıyla üzerinde durulmadığı, güç dengelerinin tereddiye uğradığı bir memlekette, devletin yetki alanlarını normalize ederken hükûmetlerin yozlaşmalarından şikayet etmek oksimoron olduğu kadar işlevsizdir de. Hükûmetlerin kendi çıkarlarına ve kendilerine yakın olan sermaye gruplarının çıkarlarına öncelik vermeleri istisnai durumlar olarak değerlendirilemez. Her sosyal veya ekonomik aksaklıkta daha fazla devletçi müdahale ile tüm aksaklıkların giderilmesini ummak ve aksaklıkların mevcut devlet kurgusunda kökleniyor olabileceğini görememek oldukça tehlikelidir.
"Devlet ayrı hükûmet ayrı" perspektifi dış politikada neden değerini yitirir?
Ülkelerini seven antimilitarist Abd liberalleri Bush döneminde aksini düşünüyorlardı.
Obama liberal kanat için ezilenlerin bir sembolüydü, Obama seçildiğinde savaşlar ve adaletsizlikler sona erecekti. Edward Snowden'in Abd'de olduğu dönemde kız arkadaşıyla yaşadığı ideolojik çatışmalara yer veren Snowden filminde de Obama öncesi dönemde liberal kanatta yaygın olan algı oldukça realist bir biçimde tasvir edilir.
Realite, Abd liberallerinin beklentilerinden uzak olmuştur. Savunma bakanı Chuck Hagel gibi isimler Obama'nın askeriye üzerindeki baskılarını açıkça dile getirmiştir. Obama'nın orta doğu ve Kuzey Afrika politikaları zaman zaman en patriyotik askerleri bile çıldırtacak seviyeye gelmiştir.
Abd'nin dış politikasındaki güç kullanımında hükûmetlere indirgenecek bir durumun söz konusu olmadığı açıktır. Bu etapta Waltz'ın üç imgesinden söz etmek faydalı olabilir. Waltz'ın üç imgesi nedir?
İlk imge savaşların çıkmasında devlet liderlerinin tıynetlerinin etkili olduğunu öne sürerken, ikinci imge devletlerin içsel düzenleri ile bağlantılıdır. Mesela demokratik olmayan bir yapılanmada problemlerin diplomasi ile çözümlenme olasılığı doğal olarak düşer ve bu şiddet kullanımı olasılığını yükseltir.
Üçüncü imge Waltz'e göre ilk iki imgeden daha etkilidir. Devletler arası ilişkilerde savaşa sebebiyet veren temel unsur aslında küresel sistemdeki kaotik yapıdır. Arendt'ın eserlerini okuyanlar, onun da bu bakış açısına katıldığını göreceklerdir. Günümüzdeki küresel sistem, 195 devlete ev sahipliği yaparken mevzu uluslararası ilişkiler olduğunda anarşistlerin önerdiği alternatif sistemlerden bile daha anarşisttir.
Uluslararası ilişkilerde realizm dendiğinde, insanların aklına her ne kadar Niccolò Machiavelli gelse de politik realizmin temelleri özünde Antik Yunan medeniyetine kadar dayanır. Politik realizmi en güzel Thucydides anlatır.
Melian Dialogue'da Atinalılar, kendilerinden çok daha güçsüz olan Meloslularla görüşürken Melosluların Sparta ve Atina arasındaki savaşta tarafsız kalmak gibi bir opsiyonunun olmadığını basit bir cümle ile ifade etmişlerdir:
"Güçlüler dilediklerini yaparlar ve zayıflar bunu kabullenirler."
Melos'a boyun eğdirme hedefiyle kurulmuş bu cümle politik realizmin iptidai bir tezahürüdür. Bir devlet yeterince güçlendiğinde, o devletin gücü arzuladığı gibi kullanması beklenen neticedir. Dolayısıyla "Devlet ayrı hükûmet ayrı" şeklindeki geçiştirmeci tavır, uluslararası arenada da fazlasıyla değersizdir. Günümüzde kimse Küba Füze Krizini Kruşçev, Castro, Kennedy ve Gürsel arasındaki kişisel sorunlar olarak değerlendiremez.
Bugün Türk Devrimci Anarşist Faaliyet ve Yunan Anarşist Politik Örgütlenme Doğu Akdeniz'deki gerilimlere karşı ortak bildiri yayınlamış olsalar da, günün sonunda Doğu Akdeniz gerilimi tarihe Türk devleti ve Yunan devleti arasında geçen bir tansiyon olarak kaydedilecektir. Ulus devletler bir bütün olarak heterojen kitleleri baskı yoluyla temsil etmeyi sürdürdükleri sürece de bunun x hükûmetiyle, y hükûmetiyle değişeceğini iddia etmek realist bir yaklaşım olmaktan uzaktır.
Türk halkı genel olarak dış politika krizlerinde "Devlet ayrı hükûmet ayrı" duruşunu benimsemeye oldukça eğilimli bir kitleden oluşur. Devlet hiyerarşisi din ile güçlendirildiğinde iktidarın gücü murakabe altında tutulamayacak ölçekte mutlaklaşır ki, Spinoza Türklerde eleştirel düşünceye yer vermeyen bu despotik eğilimin mükemmelleştirilmiş olmasından 1670 yılında yayınlanan Tractatus Theologico-Politicus'ta da söz etmiştir.