top of page
png.png
  • Yazarın fotoğrafı: Merve Karataş
    Merve Karataş
  • 7 May
  • 2 dakikada okunur

Türkiye'deki her problem gibi İslamcı - Kemalist dikotomisi üzerinden tartışılan konudur.


Türk politik kültürünün en büyük sorunu, rasyonalist prensipler üzerinden değil duygusal aksülameller üzerinden ilerlemesidir. Aslına bakılırsa Türk politik kültüründeki romantizm, Hasan Aksakal'ın halihazırda can alıcı detaylarla ele almış olduğu bir konudur.

Birinci ve belki de en önemli neden çoğumuza klişe gibi gelecektir: Osmanlı-Türk düşüncesinin aydınlanma tecrübesinin dışında kalmışlığı. Peki bu dışta kalmışlıktan kastedilen tam olarak nedir?


Ne zaman aydınlanmanın dışında kaldığımız gerçeği dile getirilse, ülke içinde bir kitle; bakteriyel mikrobu Pasteur'dan önce Akşemsettin'in bulduğunu, Kepler'den evvel Ali Kuşçu'nun astronomide yol katettiğini, Wrightlardan önce Hezarfen'in uçtuğunu söyleyerek savunmaya geçer. Gelgelelim, ne ilginçtir ki bunlar 18. Yüzyıl sonrasındaki icatlar dönemine kümülatif bir entelektüel birikim ile katkı sağlayamamıştır ve Osmanlı devleti bir entelektüel pusulasızlığın pençesinde yön bulmaya çalışmıştır.


Osmanlı'nın bünyesinde batılı aydınların tesiri altında kalmış teceddüt ve temeddün hareketleri olduğu doğrudur lakin Osmanlı ne yazık ki kartezyen düşüncenin ve Newtoncı bilimin standartlarına uyum sağlamakta oldukça gecikecektir.


Bu gecikme de doğal olarak sağlam temellere dayanmayan, epistemolojik kökleri zayıf bir çarpık aydınlanma anlayışının zeminini hazırlayacaktır. Ontolojik düzlemde bilinç mefhumu aydınlanmayacak, bilakis bulanıklaşacaktır. Shayegan'ın ifadesi ile; bilinç, hâlâ gönül gözleriyle görme paradigmasının etkisi altında kalacak, dünya söylem düzeyinde modern iken içerik olarak arkaikliğini sürdürecek, ikisi arasında Galilei öncesi bir bilinç ile Hegel sonrası bir söylemi ayıran bir uçurum yatacaktır.


Tüm bunlar Aksakal'ın Türk Politik Kültüründe Romantizm adlı eserinde incelenmektedir.

Bu özümsemeden mahrum olmanın sonucu ise sarihtir: öfkeli şarkiyatçılığa karşı öfkeli garbiyatçılık ve sekülerizm ile barışamamış bir din. Bu yüzeysel kutuplaşma ise Türkiye'de en büyük zararı "bireyciliğe" vermektedir.


Peki bireyciliğin olmadığı bir ülkede ne olur?


Kavmiyetçilik olur. "Onlara karşı biz" olur. Adam kayırma olur. Kısacası meritokrasi zedelenir ve bireyi yüceltecek akılcı prensipler değil, her türlü ilkesizlik ve iptidai çıkış ülkeye egemen olur.


Bireyciliğin neden önemli olduğunu anlamak isteyen bir kişi Hofstede'in Kültürel Boyutlar Teorisini inceleyebilir.  


Hofstede'e göre individüalizm endeksi şekil a'daki gibidir:



Bu ülkelerin hangilerinde yaşamak istersiniz? Elbette korelasyon nedensellik değildir lakin bireycilik ve liberalizm, liberalizm ve gelişmişlik arasında bir bağlantı olduğunu reddetmek de içinde bulunduğumuz yüzyılda bir tür hamakat numuneliğidir.


Andımız konusu da İslamcı - Kemalist dikotomisi üzerinden değil bunun üzerinden tartışılmalıdır. Çocuklara her gün "İlkem; yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir." dedirtmek demek bireyi topluma kurban etmek demektir. Kimse kendisini koşulsuzca bir topluluğa kurban etmek zorunda değildir.


Bireyi topluma kurban eden ülkeler, 21. Yüzyılın şartlarında Çin olmaktan öteye geçemezler.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page